Kapat
Arama yapmak için en az bir kelime giriniz.
Başa dön

Kültür ve Edebiyat Sempozyumunu Gerçekleştirdik

Sainte Pulcherie Fransız Lisesi Türk Edebiyatı bölümü olarak 12 Mayıs 2012 Cumartesi günü 9. Kültür ve Edebiyat Sempozyumunu gerçekleştirdik.Sainte Pulchérie Fransız Lisesi, bu yıl 9.Kültür ve Edebiyat Sempozyumu’nda, Sayın Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN, yazar-psikiyatrist Kaan ARSLANOĞLU, yazar Demir ÖZLÜ, yazar-akademisyen Doç.Dr. Murat GÜLSOY, senarist, yazar ve şair Bilgesu ERENUS’u, insanın ruhsal yapısını inceleyen psikoloji ile konusu ve yaratıcısı insan olan yazınsal ürünler arasında nasıl bir bağ olduğunu “Edebiyat ve Psikoloji” başlığı altında irdelemek için öğretmen katılımcılarıyla buluşturdu.

Sainte Pulchérie Fransız Lisesi, bugüne kadar Adalet Ağaoğlu, Esin Afşar, Hıfzı Topuz, Güngör Dilmen, Turan Oflazoğlu, Hilmi Yavuz, Mario Levi, Tunç Başaran, Kemal Demirel, Erden Kıral, Vedat Türkali, Nedim Gürsel, Ahmet Ümit, Doğan Hızlan, Tahsin Yücel, Jale Parla, Sunay Akın, Filiz Ali, Ayla Algan, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer, Aydın Boysan, Gül İrepoğlu, Ayşe Lebriz Berkem, Oya Baydar ve daha nice değerli şair, yazar, tiyatrocu ve akademisyeni düzenlediği Kültür Edebiyat Sempozyumları ile öğretmenlerle buluşturdu.

Okul müdürümüz Pierre Gentric açılış konuşmasında bizlerle değerlendirmelerini paylaştı: “Kundera kendisine özgü karakter tanımını yapar : « Roman kahramanı gerçek bir kişiliğin simülasyonu değildir. Hayali bir varlıktır. Deneysel bir egodur. Roman böylelikle başlangıçtaki örnekleri ile bağlarını yeniden kurar. Don Kişot’u yaşayan bir insan olarak düşünmek hemen hemen imkansızken hangi karakter zihinlerimizde onun kadar canlı kalabilmiştir ?

Yazar, bir nevi « Yaratıcı » kimliğiyle zihninde tasarladığı dünyanın gerçekçi olması konusunda titizdir. Balzac bu bağlamda « kişinin medeni durumu ile rekabet içinde olmayı » arzu eder. İnsanlık Komedyası ile döneminin antropolojik bir tablosunu çizmeyi istemektedir. Chateaubriand’a alaycı bir bakışla yaklaşır, onun istediği buharlaşan karakterler değil etten kemikten insanlar betimlemektir. Gerçeğin « benzeri » ancak, kahramanın adı, kişilik özellikleri ve psikolojisinin belirgin göstergelerinin varoluşuyla mümkündür.
Proust’un « Kayıp Zamanın İzinde » adlı eserinde izlediği yol ise tamamen farklıdır. Onun hedeflediği kesinlikle Zola veya Balzac gibi gerçek dünyanın yansıtılması veya gerçeğin tasviri değil, tamamen zamana yayılmış psikolojiyi irdelemektir. Geçmişte hissedilen bir duygunun şimdiki zamana taşınması Proust’un eserlerini orijinal kılan ayrıcalıktır.

« Psikolojik Roman » gerçekten var olan bir tür mü yoksa yalnızca bir kavram mıdır ? Roman kahramanının karakteristiği toplumların gelişimine özellikle de ekonomik gelişim sürecine sıkı sıkıya bağlıdır. Edebiyat eleştirmeni Lucien Goldmann « Bir Romanın Sosyolojisi »nde düşüncesini şöyle ifade eder : « Roman bireyci toplumdaki gündelik yaşamın edebi plana aktarılmasıdır.”

 

Sayın Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN, “Edebiyat: İnsan bilimi mi?” başlıklı konuşmasında bizlerle görüş ve değerlendirmelerini paylaştı: “Edebiyat, insanı anlatır. Roman kendine ait bir tarihe sahiptir. Cervantes’in Don Kişot isimli kahramanı burjuvazinin temsilcisi, yel değirmenlerine saldırır. Burjuva romanı, realizm dışı bir noktada başlar. Şiir de aynı daire içinde rol alır. Sanayi Devriminin romanını okumak, bu devrimi anlamayı sağlar. Duygular, insanı var eder.

Modern insanın oluşumunda roman önemlidir. Demirtaş Ceyhun, bu soruyu gündeme getirmişti, Fethi Naci, bu görüşü reddetti. İnsan bilimi antropolojidir. Edebiyatın zenginliği bu tartışmalardadır. Roman kültürel bir kurum olarak ortaya çıkar; dönemin alt yapı özelliklerini yansıttığı ölçüde başarılıdır.

Roman, bilimin ötesindedir. Bilim gibi kuru değildir. Sanat yapıtı, biriciktir. Bilimden bu yönüyle ayrılır. Andre Malraux, hapishanede yazmaya başladığı romanını kaybeder. Altenburg’un “Ceviz Ağaçları” adlı romanı yeniden yazmaya başladığında, bunun imkansız olduğunu görür. “Ben bile bu romanı ikinci kez yazabilme gücüne sahip değilim.” diyerek, durumu açıklamış olur.

Roman tiplerden değil karakterlerden oluşur. Tip sığdır, karakter kapsamlı bir varlıktır. Karl Marx, Balzac okuyordu ve onun karakterlerini anlamanın, burjuvaziyi anlamak olduğunu düşünüyordu. Sanat yapıtını, kendisine özgü koşullarda ele almamız gerekir.

Ben eleştirmen olarak, edebiyatın bilim olmadığını düşünüyorum. Tersini düşünmek haksızlıktır. Bilim, nüfuz etmediği bir alanın üzerinde kendini oluşturur. Psikoloji, ruhsallıkla ilgili değildir; davranış bilimidir. Normal olanı anlatır; klinik psikoloji, anormal olanı ele alır; psikiyatri, patolojik olanı ele alır. Roman hangisiyle uğraşır? Biz, psikiyatri ile uğraşmasını istiyoruz. Anormalin, olumsuzun, insanın karanlık noktalarının romanda konu edilmesi gerekir. Dostoyevski bu nedenle önemlidir.

Pozitivizm ve materyalizm, insanın gerçeğine yönelir. 20. yy. romanı bu çerçevede karmaşık insanı ortaya koydu. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası romanı, karanlık insanı anlatır. Yeni roman, zor bir roman; insanın nesnelerde tezahür etmiş yapısını anlatır ve felsefîdir.

Sartre, 1960’larda, “En iyi roman Amerikan romanıdır”, diyordu. Psikanalitik roman ve tiyatro Amerika’da ortaya çıkmıştı. Sartre’ın böyle düşünmesinin nedeni, psikolojinin rolünün, roman için önemli olduğunu düşünmesiydi.

Edebiyat, insan bilimi değil insanı anlama sanatıdır.”

 

Sayın Kaan Arslanoğlu, “Romanın Dönemlere Göre Karşılaştırmalı Ruh Halleri” konulu konuşmasında insanın evrim sürecini şöyle ele aldı: “Evrimi bugünkü insanın durumunu kavramak için ele alıyorum. 200 000 yıldır insanın evriminde genetik yapısı çok değişmedi; giderek ekonominin tutsağı olan tüketici bireylere dönüştü. 195.000 yıl kabile olarak yaşadık ve hayatta kalma mücadelesi içindeydik. Hala da öyleyiz. Uygarlık yazının bulunuşuyla başladı ki bu da son 5500 yıla tekabül ediyor.

Romanın bu süreçteki yeri 1000 geriye gidebilir. 5000 yıl önceki yazarların yakındığı her durum bugün de geçerli insanoğlu için. Tomruktan pervaneye giden icatlar sürecinde bugünkü teknoloji geçmişin çeşitlemelerinden öteye geçemiyor. Asıl sorun yarattığımız teknolojiyi sosyal zekamızla denetleyemememiz. Roman bütün bunları dert dedinirken en çok satan yazarın bile okuyucunun yüzde onuna ulaşması gerçeğiyle yüzyüze kalıyor. Batıda da aynı bu durum, internet ve televizyon artık okumaz bir toplum doğuruyor. Halkın büyük çoğunluğu bununla ilgilenmiyor, ilgilenmeyecek de. Çünkü halk soyut düşünmez, hayatta kalma ve soyunu sürdürme mücadelesi içindedir. ”

Arslanoğlu, daha sonra roman sanatını oluşturan edebi akımların – Gerçekçilik, Toplumcu Gerçekçilik, Modern, Postmodern- içeriklerine değinip Gerçekçi Roman, Modern Roman, Postmodern Roman, Toplumcu Gerçekçi Romanın özelliklerini açıkladı. Bu roman tiplerine örnek oluşturan parçalar okuyup psikolojik anlamda akımları kısaca şöyle karşılaştırdı:
“Gerçekçi roman, çok çeşitli insan psikolojilerini olabildiğince nesnel anlatır ve kapitalizmin ilerici döneminin romanıdır.

Modern roman, sorunlu tiplerin ele alındığı çıkışsız kahramanların okuyucuda şok etkisi yarattığı yabancılaşan insanın çığlıdır.
Postmodern roman, popla, popüler kültürle iç içedir. Yazarlar liberaldir. Nesnellik kaygıları yoktur. Yazar statükocudur. Aslolan performanstır. Sanat yüce bir amaç değildir. Ben postmodernizmi gerici bir akım olarak görüyorum.
Toplumcu gerçekçi roman, ezilen insanın ruh halleri, mücadele eden insan ve karakterlerin geçirdikleri değişimler üstünde duran temaları ele alır. Yapay tipler olabilir. Kapitalizmi yıkma sosyalizmi kurma düşlerinin romanıdır.”

Bu değerlendirmenin sonunda dinleyicilerden gelen :

“Postmodernizmi gerici buluyorum dediniz bu durumda Oğuz Atayı nereye koyacaksınız?”sorusuna Arsaloğlu: ” Oğuz Atay, iyi bir insan, bir hümanist ;ama siyasi mücadelenin başarılı olamayacağını düşünmesinden dolayı ilerici bulmuyorum.” cevabını verdi.

Arslanoğluna,” İnsanın değişmeyen yönleri nelerdir?” sorusuna ise şu cevabı verdi: “İnsanın doğası 200.000 yıllık bir gerçektir. Bütün davranışlarımızı bu belirler. Hayatta kalma mücedelesi ve bunu uğruna yapabilecekleridir gerçeğimiz.”

Kaan Arslanoğlu, sunumunun tam metni ve başka sorular sormak isteyenler için; kaanarslanoğlu@gmail.com mail adresinden ve sol.org.tr internet sitesinden kendisine ulaşılabileceğini bildirerek konuşmasını tamamladı.

 

Doç. Dr. Murat Gülsoy, “Psikolojik Bir Süreç Olarak Edebiyatta Yaratıcılık” konusunu Freud’un 1908’de yayımladığı “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri” adlı makalesindeki şu sorularla açmaya ve irdelemeye başladı:

“Yazarların bunca hikâye yaratırken kullandıkları kaynak nedir, bunca hikâyeyi nereden bulurlar, daha önceden varlığından bile haberdar olmadığımız duyguların canlı izlenimlerini yaratmak için nasıl bir yöntem kullanırlar?”

Öykü ya da roman yazma sürecini rüya görmeye benzer. Yazmak , hep uykuyla uyanıklık arasındaki o tuhaf bölgede yaşanan bir deneyimdir. Her sabah uyandığımda, görmüş olduğum rüyaları şaşkınlıkla gözden geçiririm. Hiç gitmediğim, daha önceden görmediğim, zaten hiç var olmamış mekanlarda, çoğunlukla tanımadığım insanlarla yaşadığım türlü maceraların nasıl olup da zihnimde sentezlenmiş olduklarını hayretle ve hayranlıkla düşünürüm. ‘yaratıcılık’ dediğimde neyi işaret ettiğimi anlatmaya çalışıyorum. Zihnimizin rüyalarda yaptığını yaratıcı buluyorum. Kurmaca yapmayı uyanıkken rüya görmeye benzetiyorum.

Uykuyla uyanıklık arasındaki o tuhaf bölgeden söz etmiştim. En az rüyalar kadar ilgi çekmiş hypnagogia adı verilen uyku ile uyanıklık arasında yaşanan deneyimler yaratıcılar için çok da sır sayılmaz. J. Fowles’un Yaratık ( A Maggot) adlı romanının önsözünde anlattığı romanın doğuş anı buna benzer bir hayaldir: Açıklık bir yerin ortasında at sırtında yolculuk eden bir grup insanın hayali yazarın zihnine düştükten sonra roman yazılır. Ancak Fowles gibi usta bir yazar bu sırlardan en zararsız gibi görünenini ağzından kaçırıyor o önsözde. Bir gündüzdüşünden çok bir hypnagogiac imgeyi andıran bir sahne betimliyor. Yaratıcılığı, yolda bir düğme bulup sonra ona uygun bir elbise diktirmeye benzetiyor. Bu arada, rüyaları ve uyku ile uyanıklık arasındaki o gizemli aşamayı, yaratıcılığın kaynağı olarak görenlerin listesi oldukça kabarıktır: Aristotle, Brahms, Puccini, Wagner, Goethe, Keats, Coleridge, Nietzsche, Edgar Allen Poe, Charles Dickens, Salvador Dali, Henry Ford ve Edison. Sadece sanatsal etkinlikler için değil, kimi icat, buluş veya problem çözümleri için kimileri hypnagogia’yı denetimleri altına almaya çalışmışlardır. İcatlarının ve patentlerinin sayısı inanılmaz sayılara ulaşmış olan Edison’un yöntemi oldukça ilginçtir. Çok yoğun çalışan Edison tıkandığını hissettiği zamanlarda tavşan uykusu diye tarif edilen aşamaya geçmek için koltuğuna kurulur ve avuçlarında çelik toplarla uyumayı beklermiş. Ne zaman ki uyku bastırır, kolları gevşer, elindeki toplar yere düşer… Bu sesle uyanan Edison parlak bir fikirle gözlerini açarmış.

Freud’un 1908’de yayımladığı, “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri” adlı makalede sorduğu sorular bugün de sorulmaktadır. Hemen bir örnek geliyor aklıma. Nabokov, Lolita‘ya gelen eleştirileri tartıştığı bir yazıda, romanın nasıl doğduğunu anlatır: Gazetede bir haber okur. Fransa’da doğa bilimleri müzesindeki araştırmacılar bir maymunu resim çizmeye zorlamışlardır. Maymun eline tutuşturulmuş kömür parçasıyla kafesinin parmaklıklarını resmetmiştir ilk olarak. Bunu okuduğumda, der Nabokov, Lolita romanının hikayesi geldi aklıma. Romanın konusunu biliyor olmalısınız: Ergenliğe bile adım atmamış küçük bir kıza aşık olmuş yetişkin bir adamın hikayesidir anlattığı.

Freud, çocukların oyunlarının gerçek olmadığını fark etmelerine rağmen onları çok ciddiye alışları ile yazarların yarattıkları dünyalar ile ilişkilerinin aynı olduğunu iddia eder; ancak çocuk büyürken oyun dünyası ile yollarını ayırır ve bir gün gelir, eskiden oyunlardan nasıl zevk aldığına şaşırır bir zihinsel durumda bulur kendini. Artık çocuk oyunlarından zevk almaktan vazgeçmiştir. Bu noktada Freud insan doğasının asla hiç bir şeyden vazgeçmediğini sadece bir şeyin yerine başka bir şeyi koyduğunu belirtir. Artık oyun oynamıyordur ama hayal kurmayı sürdürüyordur. Hayal etmekten zevk aldığı fantezilerdir bunlar. Doyurulmamış arzular tatmin edilir böylelikle.

Çocukların oyunlarını gözlemek kolaydır, ancak insanların fantezilerini öğrenmek zordur. İnsanlar bunları açığa vurmaktan çekinirler, utanırlar. Kişi bu gündüzdüşlerini bir tek kendisinin kurduğunu sanır, son derece yaygın bir durum olduğunu anlamaz, diyor Freud. Çocuk, oyun oynarken arzularının tatminine odaklanmıştır ve en büyük arzusu da büyük olmaktır. Oyunlarında hep yetişkin biridir. Dilediklerini gerçekleştirip kendini tatmin eder ve bunu saklamaya gerek duymaz. Oysa yetişkin biri için fanteziler saklanması gereken çocukça hayallerdir. Bir eksikliğin ifadeleridir.
Bu tarihi makaledeki ilginç noktalardan biri de kişisel farklılıklara vurgu yapmasıdır. Koşullara, kişiliğe ve özellikle de cinsiyete göre fantezilerin farklılıklar gösterdiğini söyleyerek bu motive edici dilekleri ikiye ayırır: İhtiraslı dilekler ve erotik dilekler.

Freud’a göre fanteziler üç zamanlıdır: Şimdi (kişinin temel dileklerinden birini uyandıran dış uyarı), geçmiş (bu tatmin edilmek istenen arzunun çocukluktaki uzantısı), gelecek (bu dileği gelecekte yerine getirecek olan fantezi). Ardından bir örnekle buraya kadar anlattıklarını canlandırır. Öksüz bir gencin iş bulmayı umut ettiği bir adrese giderken yolda kurduğu hayalleri anlatır. İşe kabul edildikten sonra başarılı olduğunu, patronun güzel kızıyla evlendiğini, işin başına geçtiğini hayal eder. Böylece çocukluğundaki mutlu düzene tekrar kavuşur.

Freud bu örneği fantezilerin üç zamanlılığına örnek olarak verir ve aynı zamanda daha önce iddia ettiği erkeklerin fantezilerinde ihtiras ve erotizmin bir arada oluşuna da kanıt sağlamış olur.

Makalenin, yaratıcı yazarlara ayırdığı bölümüne Freud bir ayrım yaparak başlar. Malzemelerini neredeyse hazır olarak kendilerinden önceki yazarlardan alan antik dönem epik ve trajedi yazarlarını popüler / çağdaş yazarlardan ayırır. Bir kurmaca yazarı olarak beni heyecanlandıran şu saptamayı yapar: Bu popüler yapıtlarda, hikâyenin odağındaki kahramanın özelliği, anlatı boyunca ona bir şey olmamasıdır. Bir bölümün sonunda yaralanmış, kan içinde kalmış bir kahramanın bir sonraki bölümde iyileştirilmiş olarak yine galip çıkacağı yeni bir maceraya yelken açtığını okurken şaşırmayız. Yazarın kahramanını yaratırken bir çocuğunkine benzer bir ‘bana bir şey olmaz’ duygusuyla hareket ettiğini söyleyerek bu tür egomerkezli anlatılar hakkındaki gözlemlerini aktarır.
Freud’a göre: yaratıcı yazarın yapıtları tıpkı fanteziler gibi onun çocuklukta oynadığı oyunun devamıdır ve vurgu her zaman yazarın anılarındadır. Son olarak yaratıcı yazarlık hakkında bilinmeyen noktalar olduğunu kabul ederek, bu yapıtların üzerimizde duygusal bir etki yaratmakta nasıl başarılı olabildiklerini sorar. Çünkü, insanların fantezilerini dinlemek bizi iter, oysa edebi yapıtlar üzerimizde duygusal etkiler yaratmayı başarır.

Freud’un bıraktığı yerden devam edecek olursak: Başkalarının fantezileri bize iğrenç gelir; başka birinin egosu bizi tiksindirir; peki nasıl oluyor da yazarın fantezilerinden ibaret olan edebi yapıtlar bu sorunu aşıyor? Mevcut roman kalıplarının birçoğunun antik söylencelerden ödünç alınmış kahramanın yolculuğu motifine dayandığını düşünürsek edebiyat ile yazarın açığa vurduğu fantezilerinin ancak bu toplumsal kalıplar içinde, tanımlı, anlaşılabilir anlatım biçimlerinin kullanılması ile kabul gördüğünü söyleyebiliriz.

Nasıl ki okumaktan zevk almak için yanılsamaya teslim olmak zorundayız. Yazmayı sürdürmek için de yanılsamalar denizine girmekten korkmamalıyız. Edebiyatçının varoluşu düş kurma ve aktarma cesareti göstermesine bağlıdır.
Son olarak edebiyatçının varoluşu düş kurma ve aktarma cesareti göstermesine bağlıdır. Çoğu zaman kalabalıklarca zavallı bir varoluş biçimi olarak görülen bu durumun sağladığı, garip bir ayrıcalıktır. Bu kopuş, yazarlarca büyük bir yanılsama üzerine kurulmuş olduğu bilindiği için alçakgönüllü bir yalvarışa dönüşür: “Herkesin içinde bir şair vardır”. Elbette bir yaratıcı yazarın ihtiyacı olan malzeme herkesin içinde vardır ancak bunlardan hikâyeler dillendirme arzusu, takıntısı ve cesareti herkeste olmak zorunda değildir.”

 

Sayın Demir Özlü, konuşmasında bizlerle anılarını ve 1950 Kuşağı Türk Edebiyatı üzerine görüşlerini paylaştı:

“Ferit Edgü ile 1952’den beri arkadaşız. Birimiz Beyoğlu Erkek Lisesi,birimiz Kabataş Lisesi öğrencisiydik.16 yaşında bir çocuk, elinde “Kaynak’’adlı amatör bir dergiyle yaklaştı.’’Behçet Necatigil”in talebesi misiniz?’’dedi. Bu kadarcık bir konuşma yakın dost olmamız için yetti.1980 öncesi İsveç’e gittim, 10 yıl dönmedim.Vatansız yazılmasın diye İsveç vatandaşlığını seçtim. İki pasaportluluğum bu yüzdendir.

Edebiyatımızda, 1950 Kuşağı aktüalitesi hâlâ devam ediyor. Bu yıl Yunus Nadi Roman Ödülünü, “Eşik” adlı eseriyle, Irmak Zileli aldı. Benimle bir söyleşi yaptı, Cumhuriyet Kitap’ta romanını beğenen bir yazım çıktı benim de…”Neden egzistansiyalist felsefe ile ilgi kurdunuz, sizin dışınızda varoluşçu yazarlar var, Ferit Edgü ile siz söyleniyorsunuz”, dedi.

2. Dünya Savaşı bittiğinde dünyada büyük bir değişim vardı.Kapitalist ve Stalinist dünya karşı karşıya geldi.Nazizmin kötülüğünü fark etmiştik.Camus ve Sartre’ın düşünceleri çok etkiliydi, haklı bir salgın gibiydi, Özdemir İnce, Onat Kutlar, Güner Sümer, ben Paris’te bir kafede otururken görürdük, hayranıydık Sartre’ın… Biz varoluşçuyuz demedik; çünkü eğer söylersek bazı kalıplarda kaldığımız hissedilebilirdi. 1950 sonrası da süren edebiyat var.Onlar acaba başka alanlara açılırlar mı? Bizimle Orhan Duru, Bilge Karasu var. O tarihlerde Milan
Kundera, Çekoslavakya’dan Paris’e yerleşmişti. Varoluşçuluğu çok benimseyememişti. Roman felsefeden çok insan varoluşunu ortaya çıkarmakta başarılıdır. Hegel, Schopenhouer, Heidagger… Milan Kundera ile İsveç’te beraberdik.Yapısalcılık modaydı o yıllarda. Prag, dilbilim çevresi. Sorbon, felsefe… Onat, Ferit, ben devam ettik. İstanbul’da aramızdaki lider Asaf Çiğiltepe’ydi.Baylan Pastanesine devam ederdik.Aramızda ilk Fransa’ya giden, ilk Yunus Nadi ödülünü alan odur. AST’ı kurdu. Biz her cumartesi Sıvacıyan Han’da buluşurduk. Attila İlhan hikâyelerini okurduk. Üç beş yıl sonra birbirimize bir şey göstermez olduk. Rekabet değildi neden, hikâyeme benim yerime imza atabilirlerdi, onur duyardım. Ferit, Paris’ten Hakkari’ye yedek subay olarak gönderildi, fişlendi, aslında sadece işçi partisine kaydı vardı.Hakkari, yeniden doğuşu oldu…Hakkari’de Bir Mevsim…Yaralı Zaman’ı çok beğenirim. Bizim bir Descarte’ımız yok. Düşünce dünyamız yok. Onat ve Ferit Sait Faik’le tanıştılar 3-4 kez görüştüler. Onat, Sait Faik’in etkisinde kaldı. Peyami Safa’nın 9.Hariciye Koğuşu, Halit Ziya, Aşk-ı Memnu güzel eserler. Fransa, hayranıydık. Namık Kemal’den başlayarak Jön Türkler,Yeni Osmanlılar.. Bizi eleştirseler de yine de Avrupa içimize girmişti…”

 

Sayın Bilgesu Erenus, gitarıyla sahneye çıktı ve programına türkülerle, Nazım Hikmet’ten dizelerle barışçı bir dünya dileklerini dile getirdi. “Kelaynaklar” oyunundan alıntılar sundu; emek, barış, insanca yaşam konusunda düşündürürken, Dede Korkut’a gönderme yaptı. “Güneyli Bayan”, oyunundan alıntılar sundu.

Erenus daha sonra, 1976’da yazdığı “Nereye Payidar?” oyununundan bir bölümü, üç öğrencimiz ve katılımcılardan bir gönüllü öğretmenle doğaçlama olarak canlandırma çalışması yaparken, Timur Selçuk’un unutulmaz bestesini seslendirdi.

Bilgesu Erenus, katılımcılara, “Bir aydın olarak; kendinize düşenden, mesleğinizden başka, toplum için ne yapıyorsunuz?” sorusunu sorarak onları düşünceleriyle baş başa bıraktı.

daha fazla+
X